Türkçe'ye "yaradancılık" şeklinde çevrilen deizm terimi, tann'ya inanmakla beraber belli bir dinin naslarını ve esaslarını inkar eden, Tanrının evreni yarattıktan sonra onu kendi yasasına göre işlemek üzere kendi haline bıraktığını ileri süren felsefi akımı İfade eder. Başka deyişle, dinin dayandığı vahyi inkar etmekle birlikte, Tanrının varlığına inananların kabul ettikleri felsefi akımdır. Bu felsefi akımı benimseyen düşünür ve filozoflar 'Tabii din" şeklinde nitelenen salt felsefi bir din anlayışını kendilerine temel alırlar. Bu anlamda deist-ler vahyi, ilhamı ve vahiy yoluyla bildirilen Tanrı, din, kader veya takdir gibi inanç esaslarını inkar ederler; sadece akılla temellendiri-lip kavranılan bir tanrının varlığını kabu I ederler. Dolayısıyla bu anlayışı benimseyenlere göre dinlere ve peygamberlere gerek yoktur. Fakat bunun yerine "tabii din" düşüncesi insandaki inanış duygusunun muhtevasını doldurup karşılayabilir.
Deizm İle Teizm terimlerini birbirine karıştırmamak gerekir. Deizm anlayışını kabul edenler vahyi (dolayısıyla vahye dayalı dini)
inkar ederlerken, teizme inananlar vahyi kabul etme yanında Tanrı'nın inayetine inanırlar. Sözgelimi Tann'ya inanmakla birlikte vahye, dine, peygamberlere inanan bir teist deiz-mc karşıt bir anlayışı temsil eder. Bu bakımdan vahyi, vahye dayalı dini, peygamberi inanç esası olarak görüp kabul eden teist, ata-izme, panteizm'e, anti-teizm'e karşıdır.
Deİzm XVI. yüzyılda ortaya çıkarak Aydınlanma Çaği'nda kilise öğretisine eleştiriler yönelterek akla dayalı veya tabii din görüşünü ileri sürmüştür. Başlıca temsilcileri olarak Je-an Bodin, Herbert Of Cherbury, John To-land, Shaftesbury, Voltairc, Jen-Jacqucs Ro-usseau'dur.
Düşünce ve duyguda köklü bir değişikliği getiren Rönesans ile birlikte dini nassların temeli ya da kaynağı akılda aranmaya başlandı. Bu nassların herhangi bir din veya mezhebte olmamasına bakılmaksızın sadece akıla uyum içinde olanlarının kabul edilmesiyle yeni bir din anlayışı oluşturulmaya çalışıldı. Sözgelimi İtalyan LaeliusSocinus(1525-1562)'un kurduğu "Socinionİzm" akımı bunun tipik örneği sayılmaktadır. Gerçekten Socinionİzm Hıristiyan öğretisini akılcı bîr yaklaşımla temellen-dirmeyi amaçlamaktaydı ki, vahyin sadece akılla uzlaşan ve uyum içinde olan yönlerini kabul ediyordu. Buna karşılık vahyin akılla açıklanması mümkün görünmeyen, fakat Hrı-istiyan öğretisinin dinin özü kabul ettiği sırları (Mysterium) bir tarafa bırakılıyordu.
Demek oluyor ki, Rönesanstaki deist anlayış, larilıi bakımdan ortaya çıkmış ve vahiy kaynaklı dinlerden ayrı olarak insanın yaratılışında bulunan bir dinin temellendİrilmesinİ amaç edinmektedir. Aslında bu anlayışın köklerini ilk çağın Stoa felsefesinde görmek mümkündür. Stoa felsefesine göre din Tanrı'dan gelen vahiyle kaim değil, aksine aklın bir ürünüdür. Nitekim Stoa felsefesinde labial ile akıl (logos) aynı anlamı içerirler ki, tabiatta evrensel akıl hakimdir. Tabiatın bir parçası olan insanda da akıl vardır ve onun tabiatının yanısıra hakim bulunmaktadır. Böylece Stoacılarda "tabial" veya "tabu ışık" akılla eşanlamlı tutulmuştur.
Rönesans'ta bu anlayışı sürdüren Fransız Je-an Bodin ile Herbert of Cherbury'nin görüşleri bu bakımdan ilgi çekicidir. Bodin, konuyu §u şekilde tartışır: Her dîn ancak izafi olarak doğrudurve mutluluğa ve kurtuluşa ermek bakımından sadece akıl ve tabiat yasası temel kabul edilebilir. Dolayısıyla ne Pagan dinlerin, ne de vahyi esas alan dinlerin doğmalarına ihtiyaç vardır. Aslında bütün dinler, yaratıştan gelen ve tüm insanlarda bulunan tek dinin türevleridir. Buna göre bu tabii dinin esasları şunlardır: Tanrının birliği, ahlak bilinci, özgürlük, ölümsüzlük, öte dünyada bir kefarete (ceza ve mükafat) inanış. İşte bu inanış ilkeleri tüm İnsan ve toplumlarda tabii olarak bulunmaktadırlar.
Herberı of Cherbury'e göre ise vahiy aklın ilkelerine ve ortaya koyduklarına bağlı kalmalıdır, çünkü akıl din alanında da bağımsızlığını koruyan tek güçtür. Her dinin temelinde şu beş önerme daima sözkonusu olur: En yüce bir varlık olarak tek Tanrı vardır; ona tapınıl-malıdır; tapınmanın esası erdemi gerçekleştiren bir dindarlıktır; suç ve günahın cezası pişmanlıkla ödenmelidir ve öte dünyada bir ceza ve miikafaatın olduğu bilinmeli ve beklenilme-tidir. Tüm dinlerde bu İlkelere aykırı olmayan esaslar kabul edilmelidir.
İngiliz teolog ve düşünürü Samucl Clarke dcizm kelimesinin dört kavram kapsadığını ileri sürer: a) İnayetle ilişkisi olmayan biryara-ucı Tanrı kavramı; b) Ahlâki özellikleri olmayan bir Tanrı kavramı; c) Hayatta ilahi inayeti temsil eden, ahirette ise İyilik ve kötülüğü yargılayan, ama d) vahiy ve labiatüstüyle ilişkisi olmayan bir yaratıcı kavramı. Böyle Clarke Hıristiyanlığı tabii olarak gerekli ve akla dayalı bir din anlayışıyla temellendirmek istemiştir. Bu bakımdan "iyi" ile "kötü"nün de izafi kavramlar olmadıklarını, aksine tabii gerçekler olduklarını açıklamaya çalışmıştır,
Kant'a göre deîzm ahlaki özellikleri olmayan bir ilk nedenin ve mutlak varlığın, teizm ise bu hayatta kaza ve kaderi tayin eden, ahirette adaleti uygulayan kişisel bir Tanrı'nın kabul edilmesidir. Bununla beraber tarihte "de-ist" olarak tanınan birçok yazar ve filozof
(Voltaire, Rousseau) bu sonuncu anlayışı benimsemişlerdir.
BenimsediğiTann görüşü dinlerin görüşüne yakın veya uzak olsun deizmin başlıca Özelliği, tamamen felsefi olması ve her çeşit vahye karşı çıkmasıdır. Rönesans'dan beri bazı yazarların eserlerinde (T.More'un Utopİa'smda olduğu gibi) deizmin unsurları kendini gösterir. Deizm özellikle XVII. yüzyıl İngiltere'sinde gelişmiş olup Almanya'da Wolf un görüşlerini benimseyenlerin çoğu dcistti.
Gerek dcistler, gerekse teistler, Tanrı, vahiy, din peygamber gibi kavramları kendi bağlamlarından çok, farklı insan algı ve kavrayışları doğrulusunda temellendirmeyi amaç edindiklerinden hakikati yakalamada yetersiz kalmışlardır. İslam dininin Allah'a İmanda vahyi temel alması yanında, insanın algı ve kavrayışını gözardı etmemesi burada önemle anılmalıdır. Keza bütün insanlarda inanma duygusu tabiî olarak vardır, fakat her ferdin inanç muhtevası başlı başına hakikat olarak kabul edilemez. Onun İçin din birdir, HzAdem'den Hz.Mu-hanımed (s.a.v)'e kadar aynı inanç esaslarını kapsar. Ne var ki, insanların farklı algılamaları, hakiki dinin yerine batıl inançları geçirmiştir.
İsmail KILLIOĞLU
Deizm İle Teizm terimlerini birbirine karıştırmamak gerekir. Deizm anlayışını kabul edenler vahyi (dolayısıyla vahye dayalı dini)
inkar ederlerken, teizme inananlar vahyi kabul etme yanında Tanrı'nın inayetine inanırlar. Sözgelimi Tann'ya inanmakla birlikte vahye, dine, peygamberlere inanan bir teist deiz-mc karşıt bir anlayışı temsil eder. Bu bakımdan vahyi, vahye dayalı dini, peygamberi inanç esası olarak görüp kabul eden teist, ata-izme, panteizm'e, anti-teizm'e karşıdır.
Deİzm XVI. yüzyılda ortaya çıkarak Aydınlanma Çaği'nda kilise öğretisine eleştiriler yönelterek akla dayalı veya tabii din görüşünü ileri sürmüştür. Başlıca temsilcileri olarak Je-an Bodin, Herbert Of Cherbury, John To-land, Shaftesbury, Voltairc, Jen-Jacqucs Ro-usseau'dur.
Düşünce ve duyguda köklü bir değişikliği getiren Rönesans ile birlikte dini nassların temeli ya da kaynağı akılda aranmaya başlandı. Bu nassların herhangi bir din veya mezhebte olmamasına bakılmaksızın sadece akıla uyum içinde olanlarının kabul edilmesiyle yeni bir din anlayışı oluşturulmaya çalışıldı. Sözgelimi İtalyan LaeliusSocinus(1525-1562)'un kurduğu "Socinionİzm" akımı bunun tipik örneği sayılmaktadır. Gerçekten Socinionİzm Hıristiyan öğretisini akılcı bîr yaklaşımla temellen-dirmeyi amaçlamaktaydı ki, vahyin sadece akılla uzlaşan ve uyum içinde olan yönlerini kabul ediyordu. Buna karşılık vahyin akılla açıklanması mümkün görünmeyen, fakat Hrı-istiyan öğretisinin dinin özü kabul ettiği sırları (Mysterium) bir tarafa bırakılıyordu.
Demek oluyor ki, Rönesanstaki deist anlayış, larilıi bakımdan ortaya çıkmış ve vahiy kaynaklı dinlerden ayrı olarak insanın yaratılışında bulunan bir dinin temellendİrilmesinİ amaç edinmektedir. Aslında bu anlayışın köklerini ilk çağın Stoa felsefesinde görmek mümkündür. Stoa felsefesine göre din Tanrı'dan gelen vahiyle kaim değil, aksine aklın bir ürünüdür. Nitekim Stoa felsefesinde labial ile akıl (logos) aynı anlamı içerirler ki, tabiatta evrensel akıl hakimdir. Tabiatın bir parçası olan insanda da akıl vardır ve onun tabiatının yanısıra hakim bulunmaktadır. Böylece Stoacılarda "tabial" veya "tabu ışık" akılla eşanlamlı tutulmuştur.
Rönesans'ta bu anlayışı sürdüren Fransız Je-an Bodin ile Herbert of Cherbury'nin görüşleri bu bakımdan ilgi çekicidir. Bodin, konuyu §u şekilde tartışır: Her dîn ancak izafi olarak doğrudurve mutluluğa ve kurtuluşa ermek bakımından sadece akıl ve tabiat yasası temel kabul edilebilir. Dolayısıyla ne Pagan dinlerin, ne de vahyi esas alan dinlerin doğmalarına ihtiyaç vardır. Aslında bütün dinler, yaratıştan gelen ve tüm insanlarda bulunan tek dinin türevleridir. Buna göre bu tabii dinin esasları şunlardır: Tanrının birliği, ahlak bilinci, özgürlük, ölümsüzlük, öte dünyada bir kefarete (ceza ve mükafat) inanış. İşte bu inanış ilkeleri tüm İnsan ve toplumlarda tabii olarak bulunmaktadırlar.
Herberı of Cherbury'e göre ise vahiy aklın ilkelerine ve ortaya koyduklarına bağlı kalmalıdır, çünkü akıl din alanında da bağımsızlığını koruyan tek güçtür. Her dinin temelinde şu beş önerme daima sözkonusu olur: En yüce bir varlık olarak tek Tanrı vardır; ona tapınıl-malıdır; tapınmanın esası erdemi gerçekleştiren bir dindarlıktır; suç ve günahın cezası pişmanlıkla ödenmelidir ve öte dünyada bir ceza ve miikafaatın olduğu bilinmeli ve beklenilme-tidir. Tüm dinlerde bu İlkelere aykırı olmayan esaslar kabul edilmelidir.
İngiliz teolog ve düşünürü Samucl Clarke dcizm kelimesinin dört kavram kapsadığını ileri sürer: a) İnayetle ilişkisi olmayan biryara-ucı Tanrı kavramı; b) Ahlâki özellikleri olmayan bir Tanrı kavramı; c) Hayatta ilahi inayeti temsil eden, ahirette ise İyilik ve kötülüğü yargılayan, ama d) vahiy ve labiatüstüyle ilişkisi olmayan bir yaratıcı kavramı. Böyle Clarke Hıristiyanlığı tabii olarak gerekli ve akla dayalı bir din anlayışıyla temellendirmek istemiştir. Bu bakımdan "iyi" ile "kötü"nün de izafi kavramlar olmadıklarını, aksine tabii gerçekler olduklarını açıklamaya çalışmıştır,
Kant'a göre deîzm ahlaki özellikleri olmayan bir ilk nedenin ve mutlak varlığın, teizm ise bu hayatta kaza ve kaderi tayin eden, ahirette adaleti uygulayan kişisel bir Tanrı'nın kabul edilmesidir. Bununla beraber tarihte "de-ist" olarak tanınan birçok yazar ve filozof
(Voltaire, Rousseau) bu sonuncu anlayışı benimsemişlerdir.
BenimsediğiTann görüşü dinlerin görüşüne yakın veya uzak olsun deizmin başlıca Özelliği, tamamen felsefi olması ve her çeşit vahye karşı çıkmasıdır. Rönesans'dan beri bazı yazarların eserlerinde (T.More'un Utopİa'smda olduğu gibi) deizmin unsurları kendini gösterir. Deizm özellikle XVII. yüzyıl İngiltere'sinde gelişmiş olup Almanya'da Wolf un görüşlerini benimseyenlerin çoğu dcistti.
Gerek dcistler, gerekse teistler, Tanrı, vahiy, din peygamber gibi kavramları kendi bağlamlarından çok, farklı insan algı ve kavrayışları doğrulusunda temellendirmeyi amaç edindiklerinden hakikati yakalamada yetersiz kalmışlardır. İslam dininin Allah'a İmanda vahyi temel alması yanında, insanın algı ve kavrayışını gözardı etmemesi burada önemle anılmalıdır. Keza bütün insanlarda inanma duygusu tabiî olarak vardır, fakat her ferdin inanç muhtevası başlı başına hakikat olarak kabul edilemez. Onun İçin din birdir, HzAdem'den Hz.Mu-hanımed (s.a.v)'e kadar aynı inanç esaslarını kapsar. Ne var ki, insanların farklı algılamaları, hakiki dinin yerine batıl inançları geçirmiştir.
İsmail KILLIOĞLU